6 Haziran 2011 Pazartesi

İş Güç

Sandalyesinde oturmuş, ayaklarını masasının üzerine uzatmış, elinde bir törpüyle el tırnaklarını düzeltiyordu. Hareketleri o kadar yavaş, o kadar durgundu ki hava asılı duran sessizlikle adeta bir uyum içerisindeydi. Göz ucuyla bilgisayar ekranındaki saate baktı.
11:45…
Derin bir iç çekti. On beş dakika daha beklemesi gerekiyordu. Ne sıkıcı bir gündü.
“Bir sigara içeyim bari” dedi kendi kendine. Yavaşça indirdi ayaklarını masasından. O sırada ortamda bulunan en az üç telefon birden çalmasına rağmen hiç oralı olmadı. Sandalyesinden yine aynı yavaşlıkla kalktı ve çantasına uzandı. Sigara paketini açtığında dudaklarını büktü, hayal kırıklığına uğradığı belliydi. “Şimdi bir de sigara almam gerekecek” diye fısıldadı kendince, pakette kalan son sigarasını alırken.
Masasını ardında bırakıp ofise yöneldi. Birilerinden çakmak bulması gerekiyordu. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Ne kadar da dağınıktı… Bir dahaki sefere daha derli toplu bir iş yapacağına dair kendi kendine söz verip yürümeye başladı.
Tahta zemin üzerinde topuklarının çıkardığı sesin verdiği hazla yavaş yavaş ilerledi. Yerde yatan Hayden’ın üzerinden geçti. “Ne şanslı” diye düşündü alaylı bir ifadeyle, “bir daha o saçmasapan rakamlarla uğraşmak zorunda kalmayacak.” Muhasebeyi hiç sevememişti, Hayden’ı da… Sigara da içmezdi zaten, bunda çakmak olmazdı.
Hayden’ın hemen yanında yatan Christine’in yarısı tamamen parçalanmış yüzüne baktı. Christine her zaman kendine ve olağanüstü olduğunu düşündüğü güzelliğine çok özen gösterirdi ama şimdi… O kadar karşı koymaya çalışmasaydı böyle çirkin bir görüntü oluşmayacaktı. Sigara da içmezdi zaten, bunda çakmak olmazdı.
Andrew’un odasına ilk kez kapıyı tıklatmadan girmenin mutluluğuyla bir an gülümsedi. Bu organizasyonun öneminden, planlanmasından ve profesyönelliğinden bahseden adama organize olmadan neler yapabileceğini göstermişti. Gerçi göstermekten bahsetmek adamın gözleri çıkarken ironik bir hal almıştı ama ne yapabilirdi ki… Sigara da içmezdi zaten, bunda çakmak olmazdı.
Odadan çıkıp müdürünün yanına gidiyordu ki gözü yarısı kapının önünde yatan Cherry’yi gördü. Ah cadaloz kadın! Hamile olmasa vücudunun iki yarısı ve o şekilsiz küçük yaratık, çığlık atmaya kalkmasa boynuyla kafası aynı yerde olabilirdi. Bir zamanlar sigara içerdi ama o bebek yüzünden… Ah o bebek yüzünden… Kafasını nereye bıraktığını hatırlasa Hamlet’ten sahneler sunabilirdi belki.
Çakmak için sorgulama bile yapmadan müdürünün odasına yöneldi. Kapısı her zamankinin aksine açıktı. Kapının yanında ismini ve ünvanını bildiren ancak artık yalnızca yarısı gözüken tablaya baktı : Theo. Babasının adı da Theo’ydu. Babası da küçükken kendisine durmadan bağırır, kendisinden durmadan bir şeyler beklerdi; durmadan küfür eder, aşağılardı. Aynen müdürü gibi üzerine yürümüştü. Aynen müdürü gibi ağır, acılı bir tokat atmıştı.
Theo’nun alnı masasının üzerinde bulunan dizüstü bilgisayarının klavyesine dayanmıştı. Bilgisayar kendisi yüzünden mi yoksa Theo’nun başındaki yarıktan yavaşça süzülen kan yüzünden mi bilinmez, aniden patlayıvermiş ve Theo’nun yüzünü boydan boya yakmıştı. “Ne hoş bir görüntü” diye düşündü, “Ne kadar tanıdık…” Theo sigara da içerdi. Hiç tereddüt etmeden ceplerini karıştırdı ve aradığı şeyi bulduğunda sanki yeni şeker almış bir çocuk gibi sevindi.
Oyalanmadan masasına doğru ilerledi. Tık tık tık… Ah şu topuklardan ne de güzel sesler çıkıyordu. Masasına ulaştığında göz ucuyla bilgisayarına baktı.
12 :00
Montuna doğru uzandı ve acele etmeden, aheste bir tavırla giymeye başladı. Zaten halihazırda dudaklarının arasında duran sigarasını yaktı ve uzun, dolu dolu bir nefes çekti. Dikkatle, ayakkabılarını kirletmemeye özen göstererek ilerledi. Kapıyı sessizce açıp çıktı. Dışarıda enfes bir hava olduğundan emindi.
“Ah...” dedi kendince, “Öğle yemeğine çıkmak için ne harika bir gün!”



17.01.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder