25 Temmuz 2011 Pazartesi

Andurra

Karl yavaşça gözlerini açtı. Ne zamandır baygın yattığı hakkında bir fikri yoktu. Yavaşça doğrulup etrafa baktığında bir anlığına şaşkınlıkla donup kaldı. Görebiliyordu! İnanamamışçasına gözlerini ovuşturdu, tekrar tekrar kapatıp açtı ama evet! Görebiliyordu! Heyecanla ayağa kalktı.

Bulunduğu yerin az önceki savaş alanı olduğundan emindi ancak...daha güzeldi. Toprak kurak değildi ve hiç çatlamamıştı, tam aksine yemyeşildi ve kimi yerlerinde çiçek öbekleri vardı. Kulağına çalınan sesten anladığı kadarıyla biraz ötede küçük bir su akıntısı vardı ve kutsal bir müziği dile getiriyormuş gibiydi; dinleyeni sakinlik ve huzurla dolduruyordu. Birkaç on metre ilerisinden, enerjisinden hatırladığı kadarıyla kulenin olması gerektiği yerin bile daha yakınından büyük ve ulu bir orman başlıyordu. O kadar sık ve büyük ağaçlarla bezeliydi ki belli bir noktadan sonrası kesinlikle görünmüyordu. Güneş tepede parlıyor ancak yakmıyordu, etraf olması gerekenden daha aydınlıktı ancak herhangi bir şekilde aşırı sıcak hissedilmiyordu; yalnızca hafif bir sis varmışçasına buğuluydu.

Karl, uzun süredir görememenin verdiği açlıkla çevresine bakındı. Bir süre hiç hareket etmeden bulunduğu yerin güzelliğini gözlemledi. Yavaşça akan suyun sesini bastıran bir tını duyduğunda farkında olmadan yürümeye başlamıştı.

Ormanın içinden sakin ve baştan çıkarıcı, ne olduğunu idrak edemediği bir ses geliyordu. Ses gittikçe yükseldi ve suyun sesini bastırdı. Andurra üzerindeki bütün müziklerden çok daha güzel bir melodiydi, sanki periler toplanmış ve hep beraber kutlu bir ilahi söylüyor gibiydi. Sözlerini anlamıyor, melodinin ne olduğunu çıkartamıyordu ama büyülenmişti. Adımları sakin ve kararlı bir şekilde müziğin geldiği yön olduğuna inandığı ormana yönelmişti. Ne kadar olduğunu anlamadığı bir süre boyunca yürüdü ve kendinin ormanın oldukça içinde buldu. Müzik ağaçlardan yükseliyor, hafifçe esen her rüzgarda farklı tınılar dahil oluyordu. Attığı her adımda yükselen müzik, doğru yolda olduğuna inanmasını sağlamıştı. Bir süre daha kah durup müziği dinleyerek kah bakir ağaçları seyrederek ilerledi. Bulunduğu yerin tadını çıkartıyordu.

Elleri ağaçlarda ve yapraklarda gezerek yürüdüğü bir süreden sonra müziğin çağrısı bir anda durunca gitmesi gereken yere vardığını anladı. Başını çevirip etrafına baktığında biraz ötede sarmaşıklar ve ağaçlar tarafından sarılmak üzere mütemadiyen saldırıya uğramış oldukça büyük bir cisim gördü. Dikkatli adımlarla yavaşça yaklaşırken bir yandan da önündeki muazzam varlığı incelemeye koyuldu.

Buna varlık demeyi yeğliyordu zira nasıl bir canlının kalp atışları varsa, bu varlığın da kendi kalp atışları var gibiydi. Her saniye farklı bir yayılım yapıyor, Karl’ın gören gözleri için bile tekrar kör olmasına sebep olabilecek kadar enerji yayıyordu. Her ne kadar üzeri kapanmış olsa da bunun bir geçit, bir kapı olduğu anlaşılıyordu. Yaklaşık otuz metre boyundaydı –böyle olmasına rağmen ormandaki ağaçların arasında kısa kalmıştı- ve tahminen yirmi metre kadar da genişti ancak daha çok bir kemeri andırıyordu. İki ayağı üzerinde duran kapının üst kısmı kavisliydi, bu ayaklar etraftaki ağaçların köklerini yayma eğilimine maruz kalmıştı. Kapının geri kalanı -özellikle de kavis boyunca- hangi türde olduklarını anlamakta zorlandığı bir çok çiçekle bezenmiş sarmaşıklar tarafından sarılmıştı.

“Uyan...”

Elleriyle uzanıp sarmaşıkları biraz ötelediğinde kapının altındaki figürleri görüp bakakaldı. Birçok insan ve diğer kadim ırklardan yaratıkların figürleri çırılçıplak ve çarpık formlarda kapının ayaklardan başlayıp kavis boyunca yukarı ilerliyordu. Kimisi elleri kulaklarında, çektikleri acıyla sonsuza dek haykırıyormuş gibi ağızları açık dururken kimisi ise ızdıraptan parçalanmış vücutlarını saklamak istercesine imkansız açılarla uzanıyorlardı. Saçları dökülmüş, dişleri kırılmış, etleri yanmış ve yırtılmış figürler kemer boyunca uzanıyordu. Figürler çok rahatsız edici olsa da Karl ne korkmuştu ne de herhangi bir huzursuzluk duyuyordu, kendine bile inanamadığı kadar rahat ve sakindi.

“Uyan...”

Figürler boyunca kenarlardan düzensiz bir biçimde çok sayıda ve çeşitli rünler kazınmıştı. Karl bu rünlerden bir anlam çıkartamıyor, nereye dokunursa dokunsun bu ihtişamlı geçidin geçmişini göremiyordu. Ancak gri gözleri çok yüksekte olmasına rağmen kavisin tepe noktasını seçebiliyordu : Ayaklardan itibaren yukarı uzanan iki büyük figürün elleri tepede birleşiyor ve bir simgenin işlenmiş olduğu küreyi taşıyordu. Kürenin üzerindeki semboller...tanıdık gibiydi.

“Uyan!”

Kulağında kendisine sessizce fısıldayan ve uyanmasını isteyen kadının sesiyle gözlerini kapatmıştı ki kapının boşluğunda bir anda alevler belirmeye başladı. Yavaş yavaş büyüyen alevler sıcaklık vaad ediyor, kendisini sarıp hayatı boyunca gördüğü ve maruz kaldığı bütün korkunç olayları unutacağını fısıldıyordu. Uyanmasını istiyordu, böylece yeni bir hayata başlayacaktı.

“KARL...”

Kendisini çağıran alevlere uzandı ve yavaşça dokundu.

“...UYAN!”

6 Haziran 2011 Pazartesi

Kırık Lamba

Hava her zamanki sonbahar havasıydı. Pencereden dışarı bakıldığında, yer yer oluşmuş yoğun yağmur bulutları akşam saatlerinin getirdiği renklerle laciverte boyanmış gibiydi. Hava yavaşça kararmaktaydı ve bu kasvetli hava, tepenin üstüne konuşlanmış malikanenin normalden daha haşmetli ve büyük gözükmesine sebep oluyordu.
Malikane bundan yaklaşık 11 yıl önce büyük bir yangın geçirmiş ve son anda kurtarılmıştı. Önceki sahipleri olan lejyonerlerin mekana pek de iyi bakmadıkları bilinen bir gerçekti. Söylentilere gore yerin altına açılan gizli bir geçit ve bu geçidi yakındaki kasabaya bağlayan bir yeraltı yolu vardı. Bu yol üzerinde çeşitli amaçlarla kullanılan zindanlar olduğu da söylenmekteydi ancak sonradan yerleşen hiç kimse bu geçitle ilgili bir yer bulamamıştı. Malikaneyi satın alan lord, burayı kimsesiz çocukların bakımına adanmış bir yer olarak tayin etmişti.
Önünden korkuyla çığlıklar atarak kaçışan küçük çocukları gördüğünde kendini tutamadı ve kıkırdamaya başladı. Zavallıları yine neyin korkuttuğunu bilmiyordu ama öğrenmesi uzun sürmezdi, ne de olsa hepsinin bakıcısı ve öğretmeni olan üç kadından bu geceki nöbete kalan oydu. Gece yavaş yavaş yaklaştığından gaz lambalarını yakma zamanı gelmişti. Bütün odaları taker taker dolaşmak nasıl da gözünde büyüyordu. Uzun, kat kat elbisesinin kıvrımlarını ve kahverengi saçlarını hafifçe düzeltip merdivenlere yöneldi.
“Lambaları yakacağın zaman sakın oyun odasına gitme” dedi küçük bir kız, eteğini çekiştirerek. “Orada bir hayalet var.”
Lena* küçük kıza uzandı ve yavaşça saçlarını okşamaya başladı. Bal rengi gözleriyle şefkatle bakıyordu. “Sakin ol tatlım, korkmana gerek yok. Neredeymiş bu hayalet, göstermek ister misin?”
Kızın olduğu yerde titremeye başladığı kararmaya başlamış gün ışığında bile açıkça seçiliyordu. “Ben oraya gitmek…istemiyorum” dedi sesi kısılarak. “Ama oyun odasına bakabilirsin, kapıda hayalet var!”
Lena kendini tutamayarak gülmesi mi yoksa kızın sesindeki inanmışlıktan tedirgin olması mı gerektiğine karar veremedi. Hayaletlere, perilere, cinlere pek de inanan biri değildi, hatta saçma bulduğu bile söylenebilirdi. Çocukların hayalet gördüklerini veya garip sesler duyduklarını iddia ettikleri zamanlar az değildi. Kimi zaman bunlar ağaçların veya ay ışığının oluşturduğu gölge oyunlarından kimi zaman da rüyalarıyla gerçekliği ayırt edememelerinden ortaya çıkıyordu. Malikane yangından sonra onarılmıştı ancak pencereler hem kalitesiz hem de eskiydi, dışarıdan gelen her türlü sesi içeriye yansıtırdı, rüzgarın pervazlarda oluşturduğu birbirinden ilginç ses de buna dahildi.
Lena eline bir mum alarak oyun odasına yöneldi. Koridordaki ve önünden geçtiği bütün odalardaki gaz lambalarını yakmayı ihmal etmeden yavaşça yürüyordu. Koridor sonunda iki yöne ayrılıyordu. Oyun odasının bulunduğu sağ tarafa döndüğünde olduğu yerde donup kaldı.
Oyun odası dedikleri yer aslında koridorun en son kapısının açıldığı ve neredeyse boş denilebilecek bir yerdi. Çocuklar çeşitli oyunlar oynamak istediklerinde buraya toplanır, oyuncaklarını ve eşyalarını getirir, oyunları bittikten sonra da hepsini odalarındaki sandıklarına kaldırırlardı. Bu yüzden içeride bir masa-sandalye takımı dışında birkaç boş vazo ve eski eşya dışında hiçbir şey yoktu. Ancak şu anda odanın kapısı pek de yalnız görünmüyordu.
Kapı yarısına kadar açıktı. Kapının hemen yanından sarkmış bir başa ve sallanan kola benzeyen bir şeyler vardı. Dışarıda hunharca esen rüzgarın yarattığı akım kapıyı belli belirsiz sallıyor, arkasından fırlamışçasına duran garip figürü daha da hareketli kılıyordu. Lena kendine engel olamayarak hafifçe titredi. Yavaşça, ürkek adımlarla odaya yöneldi. Yanaştıkça bunların gerçekten bir baş ve kol olduğuna karar verdi. Başın gözleri kararmış, ağzı çığlık atıyormuşçasına açılmıştı. Kolu çeşitli yerlerinde kırılmışçasına yamuk duruyordu ve pençemsi tırnakları olması gerekenden uzun gibiydi.
Lena yavaşça yaklaştıkça garip bir şeyler olduğunu fark etti. Bu sözde ‘hayalet’ hiç de hikayelerde anlattıkları gibi değildi, rüzgarla birlikte bir kağıt parçasıymış gibi sallanıyor, başka bir hareket yapmıyordu. Kağıt parçası gibi... Kağıt... Lena uzunca bir iç çektikten sonra durumu anlamış birinin attığı emin adımlarla ilerlemeye başladı.
Kapıya ulaştığında önündeki el yapımı hayalete bakıp gözlerini devirdi. Bunu her kim yaptıysa –ki bu konuda bir fikri vardı- korkunç bir çizim ve kesim yeteneği vardı. Önünde duran şey ince kartondan kesilerek baş ve kol şekli verilmiş, yüzü ve tırnakları kömürle karalanmış başarısız bir modeldi. Kapının yan tarafından dışarı bakacak şekilde hafifçe yapıştırılmıştı. Kesinlikle çocukları korkutmak için yapılmış basit bir numaraydı. Kapının arkasına yöneldi ve yapıştırılmış yerlerinden modeli ayırdı.
Çocukları sakinleştirmesi gerekiyordu. Odalarına yöneldi ve hepsini genel olarak kapılarını kapatmış, yataklarına girip yorganlarının altında saklanmış buldu. Hepsiyle teker teker konuşup durumu anlattı, kartondan modeli gösterdi ve iyi geceler diledi. Anlattıkça sakinleşmeleri, mutlu ve sevecen gözlerle kendisine bakmaları içini ısıtmıştı. Bu hayalet maketini yaptığından emin olduğu, daha sonra kendisinin de durumu itiraf ettiği Charles’ı** azarladı ve bir daha böyle bir şey yapmaması konusunda uyarıp yatağına gönderdi. Son kalan odaya, kendi kız kardeşi ve Patsy*** adındaki küçük kızın kaldığı yere yöneldi.
Kapıyı açtığında diğer çocukların akisne ikisini küçük masalarında başbaşa otururken buldu. Patsy gözlerini yere dikmiş titriyor, Agnes**** ise elini omzuna koymuş, sakinleştirmeye çalışıyordu. Lena kendisini bir süre kardeşini izlerken buldu. Babalarını bir savaşta kaybetmişlerdi, anneleri ise Agnes’e doğum yaparken ölmüştü. Hiç paraları olmadığı için evlerini satmışlardı ve o zamandan beri bu malikanede yaşıyorlardı. Gözleri dalıp gitti ancak bir süre sonra nerede ve neden olduğunu hatırlayıp geçmişin düşüncelerini uzaklaştırdı ve şimdiye yöneldi.
Lena yanlarına eğildi ve Patsy’ye yavaşça sarıldı. “Korkmana gerek yok. Bak bu sadece bir maket” dedi elindeki karton parçalarını sallayarak. “Charles’ın yaramazlığı... Bir daha da yapmayacak.”
Agnes önüne düşmüş sarı saçlarını geriye doğru attı ve ela gözlerinde ciddiyetle ablasına baktı. “Patsy’nin korktuğu o karton parçası değil” dedi sesinde emin bir tonla, “O lambadaki hayaletten korktu.”
Lena yavaşça sarıldığı ve kollarının arasında şiddetle titrediğini hissettiği kıza döndü. Patsy’nin ailesini bilen kimse yoktu. Yalnızca bundan 10 yıl önce, malikanenin düzenlenip açılmasından çok kısa bir süre sonra, bir gece vakti kapıda bulunmuştu. Kapıya öylece bırakıldığı gecenin karanlığından daha siyah saçları ve en açık yaz günündeki gökyüzünden daha açık mavi gözleri vardı. O kadar sessiz ve sakin bir çocuktu ki bazen varlığıyla yokluğu ayırt edilemiyordu.
“Eğer istersen bana ne gördüğünü anlat” dedi kıza sakinlikle.
Patsy yavaşça Lena’ya döndü. Gözlerinde bariz bir korku vardı. “Anlatmakla olmaz” dedi fısıldayarak, “Çok korktum. Ama benimle gelirsen, elimi bırakmazsan gösterebilirim.”
Lena başıyla onayladığını gösterir bir hareket yaptı. Agnes’i yatağına yatırıp alnından öptükten sonra Patsy’nin elini tuttu ve odadan dışarı çıktılar.
“Neredeymiş bu lamba?”
“Oyun odasında. Hani o eski kırık lamba var ya, işte o.”
Lena yürürken düşünüyordu. Sözünü ettiği, çok eski bir gaz lambasıydı ve kırıktı. Hiçbir şekilde kullanılamayacak bir durumdaydı. Kimse onu tamir etmek için uğraşmamıştı ve bir kaç diğer eski eşya ile birlikte oyun odasına bırakılmıştı. Söylentiye göre malikane yandıktan sonra içeride sağlam bulunan tek eşyaydı –ki diğer eşyaların ve ‘insanların’ tamamen kül olduğunu dikkate almak gerekirse bu kırık ve kullanılamayan parça bile sağlam sayılırdı. Küçük tabure benzeri bir masanın üzerinde duruyordu.
Küçük kız yaklaştıkça daha da fazla titrer olmuş, Lena’nın elini gittikçe daha fazla sıkmaya başlamıştı. Odanın içerisinden tuhaf, titrek bir ışık gelmekteydi. Halihazırda yarısına kadar aralık kapıdan geçtiler ve odaya girdiler.
Lena ne olduğunu fark ettiğinde sessiz bir çığlık attı. Kırık lambanın içerisinde ne ile beslendiği anlaşılmayan zayıf, hastalıklı, yeşilimsi alevler dans etmekteydi. Küçük kızın elini bırakmadan, ihtiyatla lambaya yaklaştı.
“İşte orada.”
“Ben hiçbir şey göremiyorum, Patsy” dedi sesi titreyerek.
“Dikkatli bak...yakından...”
Kız bunu söylediği anda alevler büyüdü ve daha canlı bir şekilde yanmaya başladı. Lena gözlerini kırpıştırdı ve hafifçe ovdu. Alevlerin içerisinde bir şeyler, bazı figürler gördüğünden emindi. O baktıkça figürler gittikçe keskinleşmeye ve anlaşılır olmaya başladı.
---
Fazla büyük olmayan ve belirgin bir şekilde eskimiş, şilteleri dağılmış bir yatağın üzerinde bir adam yatmaktaydı. Yatarken bile üzerinden çıkarmamış olduğu zincir zırhı, zırhının üzerinde amblemi belli belirsiz seçilen tüniği ve başındaki miğferiyle bir lejyoner olduğu her halinden anlaşılıyordu. Gözlerini odanın kapısına dikmiş, hafifçe sırıtıyordu. Bir süre sonra kapının dışından sesler ve bir kadına ait bağırışlar duyuldu.
Kapı hızlıca açılıp içeriye kolları arasında zavallı bir kadını tutan iki lejyoner girdiğinde yüzündeki sırıtış pis bir kahkahaya döndü. Yataktan kalkıp üçlüye doğru yavaşça ilerledi.
“Vay vay vay... Bakın bu gece bizi ziyaret etmeye kim gelmiş.”
Kadın, altın sarısı saçlarının arasında başını hafifçe kaldırdı. Kahverengi gözleriyle titrek ama soğuk bakışlar atıyordu. Adamın gözlerinin içine bakarak doğrulmaya çalıştı. Bakışlarıyla “Neden?” diye soruyormuş gibiydi.
Adam kadına bir tokat attı. “Bana öyle dik dik bakma, kaltak!” diye bağırdı. “Önceleri bana böyle bakmazdın. Yemek verir, yardım ederdin. Herkesin dilinde senin beni nasıl andığın dolaşıyor.” Sesi gittikçe alaylı bir hal aldı. “Aşıksın diyorlar.”
Kadın başını hafifçe önüne eğdi, artık yere bakıyordu. “Doğru, size yardım ederdim, sizi beslerdim. İhtiyacınız olduğunda evimin kapılarını size açardım. Ama aşk? Ben evliyim, kocamı seviyorum ve ona sadığım. Lejyoner Ahriman*****, size yardım etmemin sebeplerini yanlış anlamışsınız. Bana çok önceleri kaybettiğim kardeşimi hatırlatıyorsunuz, o kad-...”
Adam kadının sözünü bitirmesini bile beklememiş, kollarından tutup yatağa fırlatmıştı. Hayvani bir azgınlıkla üzerine atladı. Kadın kollarını savuruyor, adamın zincir zırhına yumruklar attıkça elleri yavaşça kanıyordu.
“Bırak beni, hayvan herif!” diye bağırdı.
Adam hafifçe doğrulup kadına daha sert bir tokat attı. Kadının dudaklarının kenarından hafifçe kan sızmaya başlamıştı. Adamlarına kadını tutmalarını emrettikten sonra tüniğini çıkarttı ve pantolonunu çözmeye başladı. Çıkardığı miğferinin altındaki geceyarısı göğünden daha siyah saçları yağdan parlıyor, mavi gözleri duyduğu açlıkla hayvani bir biçimde ışıldıyordu. Kadının boynundan öperken kulağına eğildi.
“Ah Eleanor******... Hep bunu istiyordun, biliyorum. Bakışlarından, konuşmalarından, hareketlerinden anlamıştım. Kocan dediğin adam çok uzaklarda... Belki de hiç geri gelmeyecek.” diye hastalıklı bir biçimde fısıldadı ve adamlarına döndü, “Çıkın dışarı!”
Kadın çığlık atmaya çalıştı ama bir el hemen ağzını kapattı. Üzerindeki adamın zincir zırhı dışında giydiği bir şey kalmamıştı ve şimdi de elbisesini hunharca yırtmaktaydı. Eleanor adamın gözlerinin içine bakmaya çalışıyor ancak süzülen yaşları görmesini engelliyordu. Adam da -eğer anlayabilseydi- o bakışlardaki yalvarışı ve acı çığlıkları duyabilirdi ancak şu anda duyduğu tek şey kendi iç güdüsünün sesi gibiydi.
Ahriman’ın yaptığı ani bir hareketle kadının gözleri açıldı ve kapalı ağzından acı bir çığlık yükselir gibi oldu. Adam hareket ettikçe içine girenler sanki kalbine saplanıyordu. Çırpınarak, çizikler içerisinde kalmış ve kirlenen vücudunun acısıyla kıvranarak geçen birkaç dakika ona birkaç asır gibi geldi. Adamın pis, yoğun alkol kokan nefesi hızlanmaya ve aniden bir domuz gibi anırmaya başladığında bu işkencenin bitmek üzere olduğunu anladı.
Adam üzerinde yavaşça doğrulduğunda ancak nefes alabiliyordu. Birkaç hızlı hamlede yataktan kalkıp giyinmişti bile. Eleanor da artık kimi yerinden parçalanmış elbisesini olabildiğince üzerine geçirmeye çalışıyordu. Adam kolundan tutup aniden ayağa kaldırmaya çalışınca neredeyse düşüyordu. Dudaklarına, boynuna konan öpücüklerden midesi bulanıyor, göğüslerinde dolaşan ellerden iğreniyor, kurtulmaya çalışıyordu. Adamın yüzüne tükürdüğünde aldığı karşılık kendisini yere yıkan bir tokattı. Tokatın yarattığı çınlamanın arasından duyduğu tek cümle Ahriman’ın kapının dışında bekleyen adamlarına haykırışıydı : “Bunu zindana kapatın.”
Ahriman önden yürüyordu, diğer iki adam da kadını kollarından tutmuş odanın kapısına ilerliyorlardı. Kadın yerinde durmuyor, delirmişçesine çırpınıyordu. Etraftaki bir çok eşyaya vuruyor, her şeyi yere deviriyordu. Zindanlarla ilgili bir çok hikaye duymuştu ve hiçbiri de iyi şeyler değildi. Tam çıkarlarken kadın kapının yanındaki masaya bir tekme attı ve üzerindeki lambayı yere düşürdü ancak o karışıklık arasında hiç kimse buna dikkat etmedi.
Merdivenlerden inmeleri, mutfağa gitmeleri ve zindana açılan gizli girişe ulaşmaları için geçen zamanı kadın net olarak hatırlamıyordu, yalnızca diğer lejyonerlerin alaylı seslerini, tezahüratlarını ve birkaç küçük düşürücü hakareti duyabilmişti. En son gördüğü oldukça nemli, pis kokulu, az aydınlatılmış bir koridordu. Uzak bir yerlerden acıyla haykırma sesleri geliyor, inleyen insanların sesleri havayı dolduruyordu. Yemek, su, merhamet için yalvaran sesler, nereden geldiği anlaşılmayan ağır kokuyla beraber bir lanet gibi havada asılıydı. Boş bir zindan hücresine gelip kendisini içeriye attıklarında başını duvara çarptı ve kanlar içerisinde yere düştü. Hala ölmemişti ve buna lanet etmesini gerektirecek bir çok sebep vardı. Acıyla kendi kanının tadını aldı. Adamlar kahkahalar atarak son kez vücudunu taciz edip hücrenin metal kapısını mühürlediklerinde olduğu yere yığıldı.
Eleanor uyandığında en son hissettiği şeyler sıcaklık, koyu bir duman ve “Yangın!” diye korkuyla bağrışan seslerdi. Sadece gülümsedi.
---
Lena kendine geldiğinde –ki kendinden geçtiği anı hatırlamıyordu- bütün kıyafetleri, yüzü, elleri kan içerisindeydi. Hala oyun odasındaydı. Üstü gibi yerler de kan içerisindeydi ancak herhangi bir acı hissetmediği için bu kanın kendisine ait olmadığı sonucuna vardı ancak ellerinin hafifçe sızlıyor olduğu gerçeği de vardı. Ellerini açtığında içlerinde avucunu dolduracak büyüklükte birer cam parçası olduğu gördü. Etrafına bakmak için başını çevirdiğinde hemen arkasında yerde yatan figürü görünce çığlıklar atmaya başladı.
Gece yaklaşırken gökyüzünü dolduran koyu bulutlar sanki hiçbir şey olmamışçasına dağılmış, dolunay fırsatı değerlendirmek istiyormuşçasına geceyi ışığa boğmuştu. Neredeyse tamamen aydınlanmış odada bir zamanlar pembe olduğu hiçbir şekilde anlaşılmayacak kadar kana bulanmış bir elbisenin içinde küçük bir beden yatıyordu. Elbise gibi göğsü de paramparçaydı, sanki her noktasına özenle müdahale edilmiş, hunharca parçalara ayırmaya çalışılmış gibiydi. Minik beyaz bir el hareketsizce uzanıyordu. Siyah saçları kan içerisindeydi. Parlak mavi gözleri tek bir noktaya sabitlenmiş kızgın ve kırgın bakışlar atıyor gibiydi. Lena gerilemeye çalıştı ancak gözler onu takip ediyordu. Kapıya kadar gidemeden olduğu yere yığıldı.
---
Her yeri sızlıyordu. Başı o kadar zonkluyordu ki gözlerini ilk başta hiç açamadı. Üşüyordu, havada belirgin bir soğukluk vardı. Oturuyordu, sırtının yaslandığı ve bacaklarının uzandığı zemin sert, soğuk ve düzensizdi. Bütün gücünü harcayarak gözlerini açtı.
İçerisini kör edici derecede karanlık yapmayan tek şey bulunduğu mekan dışından ve nereden geldiği belli olmayan sarı renkte bir ışık huzmesiydi. İlk gördüğü şey zemindi. Pis, kirlenmiş koyu sarı renkte ve çıkıntılı bir yerdeydi, kesinlike düzeltilmemiş bir yerdi ve çok soğuktu. Gözleri ayaklarına doğru ilerledikçe yerde oraya buraya saçılmış ve içerisinde ne tür pislikler olduğu anlaşılmayan saman yığınları ile ilk yapıldığı zaman da pek bir şeye benzemediği açıkça belli olan, şimdi ise kimi yerlerinden parçalanmış kimi yerlerinden yanmış bulunan hasırdan örülmüş kilime benzeyen bir örtü vardı. Gözleri odada ilerledikçe duvarlardaki yanık ve kurumuş kan izlerini, çeşitli yerlere asılı kelepçeleri, prangaları ve işkence etmek dışında ne işe yaradıklarını bilmediği çeşitli aletleri, bulunduğu karanlığa rağmen seçmeye başlamıştı. Burası yüksek sayılabilecek duvarlarına rağmen oldukça dar, dört kişinin yan yana ayakta zor duracağı bir hücreye benziyordu. Duvar diplerinde yer yer insanlara ait olduğundan ne yazık ki emin olduğu kemikler görülmekteydi. Oldukça fazla olması kendisini tedirgin etti, hücrede bulunan kemikler en az sekiz kişiye ait olabilirdi. İçi ürpermişti ancak bu ürpertiyi gidermek için başını çevirip başka yere bakma isteğini hiç yapmamış olmayı diledi.
Sadece bir karış mesafesinde, yerde kendisi gibi uzanmış bir ceset vardı. Cesedin bir kadına ait olduğu belliydi zira üzerinde parçalanmış ve uzun zamandır orada bulunmanın getirdiği etkilerle iyiden iyiye yıpranmış bir elbise vardı. O cesedin ne kadar zamandır orada bulunduğu hakkında bir fikri olmasa da yalnızca kemiklerinin kalmamış olması şaşırtıcıydı. Çoğu yerinde morarmış, çürümüş ve kararmış et parçaları duruyor, etrafa ağır ve mide bulandırıcı bir koku yayıyordu. İyiden iyiye kirlenmiş sarı saçları bir zamanlar omuz diyebileceği yerlerden aşağıya uzanıyordu. Başı kendisine dönüktü. Yanakları parça parçaydı, gözlerinden biri çürümüş ve akmış olmasına rağmen diğeri yerinde duruyordu ve artık bir göz kapağı olmaması gerçeğinden dolayı sanki Lena’ya dik dik bakıyordu.
Çığlık atmak istedi ama dudaklarından hiç tepki gelmedi. Yerinden kalkmak istedi ancak sanki birisi onu oraya çivilemiş gibiydi. Kendisini zorlayarak, vücudunun ağrılarına isyan ederek ve duvarlardan yardım alarak yalpalaya yalpalaya ayağa kalktı. Elleri... Elleri tertemizdi. Elbisesi düzgündü ve hatırladığı gibi kanlar içerisinde değildi. Bu hücre benzeri yerin kapısını oluşturan yere doğru ilerlemeye başladı ancak birkaç adımdan sonra olduğu yerde donakaldı. Bir koridor olduğunu düşündüğü yerden gelen ışık canlanmaya ve belli ki yaklaşmaya başlamıştı.
Patsy, senelerdir odada öylece duran ve kırık olduğu için hiçbir şekilde kullanılamayan gaz lambasını yakmış, elinde tutuyordu. Lamba hatırladığının aksine gayet temiz, sıcak ve iç ısıtan sarı alevlerle parlıyordu. Kızın teni hiç olmadığı kadar beyazdı ve gözleri normalde olduklarından daha canlı ve daha korkutucu bir mavilikle parlıyordu, biraz daha açılsa sadece gözbebeklerinden ibaret olabilirlerdi. Saçları yağlanmış, kirlenmiş gibiydi ve darmadağınıktı. Başı hafifçe öne eğikti, saçları yüzüne düşüyor ve ürkütücü gözleriyle hafif gülümsemesini gizliyordu.
Lena eşiğe doğru koşmaya çalıştı ancak bir adıma atabilmişti ki metal kapı kendiliğinden kapandı ve çıkan seslerden anladığı kadarıyla sürgülendi. Kapının üzerinde sadece gözlerini gösterecek boyuttaki küçük aralıktan baktığında Patsy’yi hala yerinde ve daha da büyük gülümserken buldu.
“Patsy! Yardım et! Çıkar beni buradan!”
Küçük kız minik bir kahkaha attı ve sol tarafına dönüp yürümeye başladı. Işık gittikçe gözden kayboluyor, etraf daha da kararıyordu. Lena’nın defalarca adını haykırmasını ve şiddetle, açılmayacağından emin olduğu kapıyı yumruklamasını duymazdan geldi. Gittikçe uzaklaştı ve hala devam eden kahkahalarla gözden kayboldu.
“PATSY!!!”
Uzaktan taşın taşa sürtünme ve ardından tok bir gümbürtü sesi geldi, artık her yer zifiri karanlıktı. Lena’nın son duyduğu ise arkasından gelen takırtı ve kemiklerin birbirine sürtünme sesiydi. Ensesindeki yaşam dışı nefesi hissettiğinde son çığlığı boğazında düğümlendi.


31.05.2011 – 01.06.2011

İş Güç

Sandalyesinde oturmuş, ayaklarını masasının üzerine uzatmış, elinde bir törpüyle el tırnaklarını düzeltiyordu. Hareketleri o kadar yavaş, o kadar durgundu ki hava asılı duran sessizlikle adeta bir uyum içerisindeydi. Göz ucuyla bilgisayar ekranındaki saate baktı.
11:45…
Derin bir iç çekti. On beş dakika daha beklemesi gerekiyordu. Ne sıkıcı bir gündü.
“Bir sigara içeyim bari” dedi kendi kendine. Yavaşça indirdi ayaklarını masasından. O sırada ortamda bulunan en az üç telefon birden çalmasına rağmen hiç oralı olmadı. Sandalyesinden yine aynı yavaşlıkla kalktı ve çantasına uzandı. Sigara paketini açtığında dudaklarını büktü, hayal kırıklığına uğradığı belliydi. “Şimdi bir de sigara almam gerekecek” diye fısıldadı kendince, pakette kalan son sigarasını alırken.
Masasını ardında bırakıp ofise yöneldi. Birilerinden çakmak bulması gerekiyordu. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Ne kadar da dağınıktı… Bir dahaki sefere daha derli toplu bir iş yapacağına dair kendi kendine söz verip yürümeye başladı.
Tahta zemin üzerinde topuklarının çıkardığı sesin verdiği hazla yavaş yavaş ilerledi. Yerde yatan Hayden’ın üzerinden geçti. “Ne şanslı” diye düşündü alaylı bir ifadeyle, “bir daha o saçmasapan rakamlarla uğraşmak zorunda kalmayacak.” Muhasebeyi hiç sevememişti, Hayden’ı da… Sigara da içmezdi zaten, bunda çakmak olmazdı.
Hayden’ın hemen yanında yatan Christine’in yarısı tamamen parçalanmış yüzüne baktı. Christine her zaman kendine ve olağanüstü olduğunu düşündüğü güzelliğine çok özen gösterirdi ama şimdi… O kadar karşı koymaya çalışmasaydı böyle çirkin bir görüntü oluşmayacaktı. Sigara da içmezdi zaten, bunda çakmak olmazdı.
Andrew’un odasına ilk kez kapıyı tıklatmadan girmenin mutluluğuyla bir an gülümsedi. Bu organizasyonun öneminden, planlanmasından ve profesyönelliğinden bahseden adama organize olmadan neler yapabileceğini göstermişti. Gerçi göstermekten bahsetmek adamın gözleri çıkarken ironik bir hal almıştı ama ne yapabilirdi ki… Sigara da içmezdi zaten, bunda çakmak olmazdı.
Odadan çıkıp müdürünün yanına gidiyordu ki gözü yarısı kapının önünde yatan Cherry’yi gördü. Ah cadaloz kadın! Hamile olmasa vücudunun iki yarısı ve o şekilsiz küçük yaratık, çığlık atmaya kalkmasa boynuyla kafası aynı yerde olabilirdi. Bir zamanlar sigara içerdi ama o bebek yüzünden… Ah o bebek yüzünden… Kafasını nereye bıraktığını hatırlasa Hamlet’ten sahneler sunabilirdi belki.
Çakmak için sorgulama bile yapmadan müdürünün odasına yöneldi. Kapısı her zamankinin aksine açıktı. Kapının yanında ismini ve ünvanını bildiren ancak artık yalnızca yarısı gözüken tablaya baktı : Theo. Babasının adı da Theo’ydu. Babası da küçükken kendisine durmadan bağırır, kendisinden durmadan bir şeyler beklerdi; durmadan küfür eder, aşağılardı. Aynen müdürü gibi üzerine yürümüştü. Aynen müdürü gibi ağır, acılı bir tokat atmıştı.
Theo’nun alnı masasının üzerinde bulunan dizüstü bilgisayarının klavyesine dayanmıştı. Bilgisayar kendisi yüzünden mi yoksa Theo’nun başındaki yarıktan yavaşça süzülen kan yüzünden mi bilinmez, aniden patlayıvermiş ve Theo’nun yüzünü boydan boya yakmıştı. “Ne hoş bir görüntü” diye düşündü, “Ne kadar tanıdık…” Theo sigara da içerdi. Hiç tereddüt etmeden ceplerini karıştırdı ve aradığı şeyi bulduğunda sanki yeni şeker almış bir çocuk gibi sevindi.
Oyalanmadan masasına doğru ilerledi. Tık tık tık… Ah şu topuklardan ne de güzel sesler çıkıyordu. Masasına ulaştığında göz ucuyla bilgisayarına baktı.
12 :00
Montuna doğru uzandı ve acele etmeden, aheste bir tavırla giymeye başladı. Zaten halihazırda dudaklarının arasında duran sigarasını yaktı ve uzun, dolu dolu bir nefes çekti. Dikkatle, ayakkabılarını kirletmemeye özen göstererek ilerledi. Kapıyı sessizce açıp çıktı. Dışarıda enfes bir hava olduğundan emindi.
“Ah...” dedi kendince, “Öğle yemeğine çıkmak için ne harika bir gün!”



17.01.2011

8 Ekim 2010 Cuma

Warhammer Fantasy - Skaven!


Here I start my Skaven army for Warhammer Fantasy. I will post photos taken from various stages of the creation of my army. The first ones are just taken to show how excited I am about finally giving a go to do this and play Warhammer. Enjoy!




Ok, it is 17.11.2010 and I know that I am doing pretty slow. I have to work for long hours and my models are not at my home so... Anyways I just took some photos of my poor assembled Plague Monks and their bases which I want to look like mud and wet earth. For the bases, I used Bestial Brown first and then coated it with Devlan Mud Wash.






Sorry for the poor quality of light in photos! :(

28 Haziran 2009 Pazar

Words of Wisdom and Taste

  • "Heart has its reasons of which reason knows nothing." - Alfred, Lord Tennyson
  • "Even in Heaven, they don't sing all the time..."
  • "Poetry is not a turning loose of emotion, but an escape from emotion; it is not the expression of personality, but an escape from personality." - T. S. Eliot / Tradition and The Individual Talent
  • "In a minute there is time for decisions and revisions which a minute will reverse." - T. S. Eliot / The Love Song of J. Alfred Prufrock
  • "...she liked whate'er she looked on, and her looks went everywhere." - Robert Browning / My Last Duchess
  • "I was my own destroyer, and will be my own hereafter..." - Lord Byron

23 Haziran 2009 Salı

RED TIMES

The series of stories in form of fantastic fiction that I have been considering writing for almost 5 years now have their name decided : "Red Times"

I was somehow not able to write it down because of university problems and because I have always been too lazy but now that the name is set properly, it is time to take the action.

Wait for the upcoming days because the story, as it gets developed day after day, will be displayed here. Some parts most probably will be Turkish but I will try my best to write it down in English.

Hope you'll enjoy it! :)